Şehre döndük.
İstanbul' da bir heyecan, bir telaşedir almış başını gidiyordu. Bir sürü kadın ve yanlarında bavullar misali, çekiştirerek taşıdıkları çocuklar.
Tüm şehir alışverişteydi sanki. Mağazalar aynı savaş dönemlerindeki gibi talan ediliyordu.
Şaşkın ifadeleri ile akranlarım, 2x2 kabinlerde mankenlik yapmaya zorlanıyorlardı. Mutsuzdular. Şaşkındılar. Ve korkuyorlardı. Annelerinin içine "omen" kaçmıştı sanki. Kadınlar, çocuklarını bir sağa bir sola çevirip, giydiklerinin üzerlerine olup olmadığından emin olmaya çalışıyordu.
Annem de bu akıma kendini kaptırmış gibi görünüyordu. Bir köşeden çıkıyor elinde bir pantolonla, bana doğru fırlatıp; "dene bakalım" diyor, tepkimi beklemeden başka bir parça kapma telaşında, kalabalığın arasında yitip gidiyordu.
Böylece bir gri pantolon, bir siyah önlük, bir beyaz yakalık ve bir çift ayakkabı sahibi oldum.
En çok ayakkabı almak mutlu ederdi beni. Kadınca yönlerimden biri miydi; yoksa her yeni ayakkabı yapılacak bir yolculuk gibi mi gelirdi bana anımsayamıyorum şimdi.
Nihayet eve döndük. Döner dönmez de başka bir telaş başladı.
Eskiden kıyafet alındığında önce yıkanırdı. Ardından paça boyları alınır ve teğellenirdi. Sonra annem bir sandalyenin üzerine koyardı onları. Ama katlı halde değil. Sanki içinde havadan bir adam varmış ta, giydirmişçesine.
Yerde ayakkabılar, içlerinde rulo halinde çoraplarım. Pantolon sandalyede oturuyor şekilde ve paçaları ayakkabılara doğru salınmış. Sandalyenin sırt kısmında siyah önlük. Beyaz yakalık önlüğe monte edilmiş.
Hani zıplayıp yukarıdan şöyle bir süzülsem, içine girecekmişim gibi düzgün dururdu her şey. Herkesin annesi böyle titiz miydi?
Sabah her zaman ki gibi erken kalktım. Elbiselerin başında annemi bekledim. Telaşla uyandı. Öyle uyanırdı hep. İçinde her yere geç kaldığına dair bir endişe taşırdı. "Geliyorum" diyip kayboldu ortadan. Sonra giyinmiş bir halde geldi. Çok güzel görünüyordu.
İtinayla giydirdi beni de.
Dünkü alışveriş deliliği halinden eser yoktu. Kibardı. Evden çıkmadan bir iki telefon açtı. Kuzenlerimin anneleri ile konuştu. Dört kuzen aynı okula gidecektik. Nerede bulaşacağımız organize edildi. Cep telefonları daha icad edilmemişti. Birine ulaşmak için, onu evinden çıkmadan yakalamanız gerekiyordu.
Akatlar da bir okula yazdırılmıştım. Kura ile giriliyormuş. Şanslıymışım ki adım çıkmış kurada. Ben hep şanslıyımdır zaten. Boşuna heyecan yapmışlardı...
Kuzenlerim de benim kadar şanslıydı. Biri benden daha şanslıydı. İlk sıralarda çıkmıştı adı. Diğeri son sıralardan. Sonuncusu ise ek listeden girmişti ama ne fark ederdi ki. Aynı okulda okuyacaktık işe.
Okula gelmeden önceki sokağın başında buluştuk. Beraberce okula hareket ettik. Ortalık mahşer yeriydi. Kocaman kocaman insanlar aynı benim kıyafetimden giymişlerdi.
Bunlarda mı okula gelecekti benle?
Benim boyum mu biraz kısaydı?
Kuzenlerime baktım normal görünüyordum. Acaba; ailece mi bir sorun vardı bizde?
Sonra; o uzun boyluların arasından geçtik. Dağların arasından geçer gibi ve bir vadiye ulaştık. Şimdi tamamdı. Bir sürü pigme vardı ortalıkta bizim gibi. Ailemizin şanı kurtulmuştu! Mutluydum...
Marşlar okundu. Bir takım adamlar konuşmalar yaptı. Alkış, kıyamet, bağırış, çağırış! Sonra bir anda uzunların hepsi gittiler. Bizler kaldık ortada. Adamın biri isimlerimizi okumaya başladı. Sonra bize bir numara verdiler. Ellerimizdeki numaralara göre sınıflara ayrıldık. Sadece bir kuzenimle aynı sınıfa düştük. Diğerleri başka sınıflardaydılar. Bir düzen halinde kapılardan geçtik ve sınıflara yerleştik.
Anneler de, çocuklarıyla beraber sınıflara giriyorlardı. Bizimkiler girmedi. Kapıda beklediler. Biz kuzenle el ele girdik sınıfa. Bir sıraya oturttular bizi.
Anneler çıkamıyordu sınıftan bir türlü. Çocuklar ağlıyordu. Biz şaşkın şaşkın bakıyorduk. Sonra biri geldi ve annelerin sınıftan çıkması gerektiğini çünkü öğretmenlerin sınıflara gelmeye başladığını söyledi. Söylemesiyle de ağlama sesleri tavan yaptı. Annesinin eteğine yapışanlar mı aramassın, saçını çekenler mi?
Aptalların arasına düşmüş olmalıydım.
Kuzenim bir kız olmasına rağmen; durumu, metanetle göğüslemiş görünüyordu. Elimi biraz fazlaca sıkıyordu ama olsun. Zırlamıyordu en azından...
Tüm anneler sınıftan çıktıktan sonra, kapı üzerimize kapatıldı. Kapının küçük bir camı vardı. Bu camdan, bir film şeridi ahengi ile saniyede 24 kare hızda, anneciklerin silüetleri geçiyordu.
Bizimkiler hiç görünmedi...
Kapı, sağ duvarın tam önündeydi. Biz en solda cam kenarında oturuyorduk. Kapı açıldı. Açılmasıyla birlikte en sağ sıra ağlamaya başladı. Sonra bir yan sıra.
İçeri bir şey girdi. Uzun boylu bir şey. Korkunç bir görüntüsü vardı. Kocaman elleri, kocaman dudakları, kocaman gözleri. O ana kadar metanetli olan kuzenim bile kendini koy vermiş ağlamaya başlamıştı. Ellerimle; kuzenimin başını başını göğsüme yaslayıp saçını okşadım. Hıçkırıklarla ağlıyordu. Sakinleşmiyordu bir türlü. Döndüm. Yeniden ona baktım. Ellerini açmış bize gülümsüyordu.
"Ne oldu yavrucaklarım" dediğini duydum...
Daha sonradan öğrenecektik onun öğretmenimiz olduğunu.
Kemik büyümesinden dolayı öyle göründüğünü.
İçinde dünyanın en güzel kalbinin olduğunu.
Adının Kamile Saygılı olduğunu...
Ve her gün; bir eski öğrencisi elini öpmeye geldiğinde öğrenecektik, ondan asla kopulamayacağını...
Murat IŞIK