The Red Violin filmini yeniden izledim. Aklım sadece çingenelerde
kaldı. Eski dönem çingeneleri ve onların sınırsız dünyaları. Tabelalarından
değil toprağından tanınan şehirlerimiz kalmış mıdır? Dış görüntülerindeki
hoyratlığın aksine, nazik bir ırktır çingeneler. Kimseyle mülk kavgasına
düşmemek için, hiç kimsenin sahiplenmediği bitkilerden yemek yapmak bir nezaket
değil midir?
Sabahın erken saatlerinde yorgun düşmüş ve bir sigara içip bir de güneşin
ayçiçekleri ve buğdayların üzerine altın tozu serpmesini izlemek için,
fabrikanın çatısına çıkmıştım. Hava serindi. Güneşin doğmasına yarım saat kadar
bir zaman kalmıştı. Alacakaranlık içinde, çok uzaktaki karpuz
tarlalarındaki çadırlar haricinde, insan yaşamına dair tek bir çıplak ışık
görülmüyordu.
Bir zaman, gözlerim kapalı bu sessizliği dinledim. Uzaktan yavaş yavaş
yaklaşan bir atın önce nallarının toprağa kararlı vuruşu, sonra güçlü nefesi
ulaştı kulağıma. Farkında olmadan bu iki sesle uyum sağladı kalp
atışlarım. Ritmik melodilerin üzerimdeki etkisi inanılmazdır. Sakinleşir ve kimi
zaman başka bir boyuta geçerim. Gözlerimin önünden görüntüler gelip
geçer. Yüzlerce insan suratı. Tanıdığım veya sadece yanından geçip gittiğim
insanların suretleri. İçlerinden birinde görüntü donar. O noktadan sonra
gördüklerim o insanın hayatından parçalardır...
Yüzünde, tam sol gözünün altından favorilerine doğru kavis alıp yanağının
orta kısmına doğru uzanan on santimlik bir iz vardı. Yanık izine benziyordu.
Rahatsız edici değildi aksine daha çok bir sanat eserini andırıyordu. Kadınsı
yüz hatlarına, erkeksilik katmıştı. Gözleri kendinden sürmeliydi. Maviliklerine
derinlik katıyor ve onları daha bir çarpıcı yapıyordu. Saçları uzun
ve pisti, ama simsiyahtı.
Tam hizamda durdu. Elini silah gibi doğrulttu bana. Sonra tetiği düşürür gibi yaptı. Silah tepti. Burnu havaya kaltı. Sonra parmağının uçlarına üfledi nefesini. Sanki dumanı tüten gerçek bir silahı soğutmak ister gibi...
Bir anda vurulmuş taklidi yaptım. Karnımı tuttum, iki büklüm oldum. Çatının kenarına kadar acıyla geldim ve kendimi nedense o bir buçuk metrelik mesafeden, aşağıdaki saman yığınının üstüne attım. Yerde yattım öylece...
Kahkahalarını duydum önce. Sonra attan düştüğünü gördüm. Hala gülüyordu. Bende güldüm. Öyle tanıştık işte.
İlk defa ısırgan otu çorbasını da bu sayede içtim.
Murat IŞIK
Tam hizamda durdu. Elini silah gibi doğrulttu bana. Sonra tetiği düşürür gibi yaptı. Silah tepti. Burnu havaya kaltı. Sonra parmağının uçlarına üfledi nefesini. Sanki dumanı tüten gerçek bir silahı soğutmak ister gibi...
Bir anda vurulmuş taklidi yaptım. Karnımı tuttum, iki büklüm oldum. Çatının kenarına kadar acıyla geldim ve kendimi nedense o bir buçuk metrelik mesafeden, aşağıdaki saman yığınının üstüne attım. Yerde yattım öylece...
Kahkahalarını duydum önce. Sonra attan düştüğünü gördüm. Hala gülüyordu. Bende güldüm. Öyle tanıştık işte.
İlk defa ısırgan otu çorbasını da bu sayede içtim.
Murat IŞIK
hatırlamadım bu filmi,beni içine almayan filme film mi derim ben.
YanıtlaSilFilmin sadece adını yazdım ilk paragrafta. Geri kalan hikaye, filmle ilgili değildir. Seni içine alamayan film değil; benim kusurlu hikayem olabilir. Filmi savunmak için kendimi feda etmiş olmamdan, filmi izlemeni önerdiğim sonucuna ulaşabilirsin :))
Silçok severim ısırgsn otunu savunma sistemleri gelişmiş bitkilere karşı sempatim var birkaç tanede kaktüsüm...
YanıtlaSilfilmi de izlicem umarım hayat treni ve çingeneler zamanı kadar iyidir
Film çingenelerle ilgili değil. Bu beklentiyle izlememeni öneririm. Bir bölümünde varlar o kadar.
Sil