27 Mart 2013 Çarşamba

Renkler



Renklerin ne önemi var?

Bir gece vakti kaybettik biz birbirimizi.

Siyahken ortalık.
Sakindik!
Kıpırtısız...
Bir yolunu bulup;
Aramıza sızı verdi ayrılık.

Sahi;

Hep böyle dingin mi olurdu gitmek?
Böyle alışıldık?
Yoksa;
Biz mi
Serin kanlıydık?

Karanlıktı!

Bekli de, o sebeple acıtmadı yakın mesafeden karşılıklı sıkılan son kurşunlar...
Duraksamadan düşürdük tetikleri!
Tereddütsüz...

Ezelden beri;
Acımasızdık demek ki!

Anımsıyorum da;

Nefesim kesilirdi seni görünce.
Ve sen;
Tepeden tırnağa titrerdin aşkla...
Bak şimdi şu halimize!

Ne ben saçının sarısını anımsıyorum,
Ne sen benim maviliğimi!
Tamamen yabancıyız birbirimize.

Sonuna kadar gitseydik;
Farklı mı olurdu dersin?

Farz et ki,
Oradayız...
Yaşamın kıyısında!
Ve ölüm,
Açmış kanatlarını;
Tüm siyahlığıyla karşımızda!
Korkmuyoruz ne gam!
Eski bir tanıdık gibi
Kucaklıyoruz azraili.

Anlıyoruz o an!
İçimizdeki bu hüzün,
Ölümden değil!
Evvelki ayrılıklarımızdan...

O halde söyle;

Renklerin ne önemi var?
Turuncu,
Mavi;
Diğerleri...

Hepsinin canı cehenneme!

Siyahına sevdalıyız biz gitmenin!
Ve yalnızlığına...
Üstelik,
Hem bağımlıyız;
Hem de;
Bağışıklığımız var ayrılığa...

Bir arada kalamayız...

Murat IŞIK

26 Mart 2013 Salı

Hesap



Bir gün gelecek,
Anlatacağız birbirimize,
Aklımızda olan her ne varsa.

Öyle;
Sitem eder gibi değil
Kaçırdığımız günlere.
Edemeyiz de zaten...
Üstümüzden geçen bulutlar,
Çoktan yağmıştır zaten bir yerlere.

"Başım ağrıyor" diyeceğim mesela!
"Lodostan olabilir" diye de;
Fikir yürüteceğim.
Sevmediğim bir heriften bahsedeceğim sonra.
Belki,
Küfür bile edeceğim utanmadan...

Sen farkında dahi olmadan,
Yağmurdan dert yanacaksın.
Sonra saçlarını çok kestirdiğinden yakınacaksın.
Hüzünleneceksin aniden,
Ölen birinden bahsedip,
Ağlayacaksın...

Aklımızda ne varsa işte;
Bir bir,
Dökülecek ağzımızdan...

O kadar çok anlatacağız ki;
Yemek yemeği unutacağız!
Gene de;
Tok kalkacağız sofradan.

Hesabı ödemek;
Hesap görmekten daha kolay gelecek.
Ödeyecek;
Ve,
Gideceğiz vedalaşmadan...

Dostluğun tadı damağımızda kalacak,
Ama gene de;
Aşka düşeceğiz utanmadan!

Murat IŞIK

21 Mart 2013 Perşembe

Ben 6. Bölüm


İlkokulun ikinci sınıfındaydım. Aynı sınıfta okuduğum, dişi olan kuzenimin izin verdiği kadarıyla kızlarla konuşuyordum. Şu sarışın ve onun yanındaki esmer olanla. Tanrım fena havalı tiplerdi. Kuzen olmasa; birini öpmem işten bile değildi. Ama kuzen dibimden ayrılmıyordu bir türlü. Pek paylaşımcı olduğu söylenemezdi.

O okula gelmediğinde, kendimi azmış ve ipini koparmış bir köpek gibi hissediyordum. Sık hastalanırdı. Çoğu numaradan hastalıklardı. Bir kaç kez tebeşir tozu yutup ateşini çıkartmaya çalıştığına şahit olmuştum. Aptal bir rivayetti. İşe yaramıyordu. Israrla denemeye devam etti ama. Sonunda zehirlendi. Tebeşir sevdasından da vazgeçti...

Gerekte yoktu zaten. Aktristlikte üzerine yoktu. Hasta rolünde, en iyi çocuk oyuncu ödülünün mutlak galibiydi gözümde.    

Gene bir yolunu bulup ta okula gelmediği bir günde ilginç bir şey oldu. Her okulda var mıydı bu sistem hatırlamıyorum şimdi ama bizimkinde iki tür zil olurdu.

Çocukların sınıfa girmesi için bir tane ve bundan yaklaşık 4 dakika sonrada öğretmenlerin sınıfa girmesi için bir tane daha. Sanırım bunun altında yatan mantıklı neden; sınıfın, öğretmen geldiğinde derli toplu bir halde olması ve zaten işleri başlarından aşkın hocalarımızın bir de bizi sokaktan bahçeden toplamakla uğraşmaması düşüncesiydi.

Benim için manası ise; tuvaletlerin boşalmış olmaları ve benim hala dört dakikamın olmasıydı. Kargaşadan uzak işemeyi severim. Bir de aynada kendime çeki düzen verirken rahatsız edilmemeyi...

O gün de ders zili çalmıştı. Herkes sınıfa giderken ben tuvalete gittim. Ellerimi yıkayıp, saçımı düzeltip kapıdan çıktığımda karşımda; yaklaşık sekiz dokuz kişilik bir erkek grubu gördüm.

Biri öne çıkıp bana "Bizim sınıftan bir kıza asılmışsın!" dedi.

Ne kızı? 
Ne asılması?
Daha ben kendi sınıfımdakileri bitirmedim ki!
Hem aklım o sarışında mı yoksa, sıra arkadaşı olan o esmer de mi, onu bile netleştiremedim...

Dedirtmediler tabii! Çullandılar üstüme. Hepsi vuruyordu. Erkek müsvetteleri...

Bir ara fırsat bulup; "Kim bunlar, bir göreyim yüzlerini de sonra yakalarım tek tek" diye düşünerek kafamı kaldırdığımda, arkadan yeni gelenler olduğunu gördüm. Kapandım iyice. Gelen atladı üzerime. Kim mişim, ne yapmışım sorgulamaksızın.

Neden sonra; ortalık bir sakinler gibi oldu. Kafamı kaldırınca, havaya kalkmış bir yumruk gördüm. Yüzümü ekşitip yumruğun sahibine baktım. Bir de ne göreyim öz be öz kuzenim. O da beni görünce şaşırdı ama yumruğu durduracak zamanı olmadı. Sağlam yumruktu! Ağırıma gitti kendi kanımdan canımdan bir herifin bana vurması. O hırsla ben de bir tane çaktım ona. Hepsine vurmuş kadar oldum. Millet gene çullandı üstüme. Sonra biri "öğretmenler geliyor" diye bağırdı da allahtan; hepsi kaçıştılar sınıflarına.

Ben yerde kaldım. Halim yoktu. Aklım karışmıştı. Ortada asıldığım bir kız bile yokken fena pataklanmıştım. Herifin biri hem yabancı sınıfın kızlarına sarkıntılık yapıyor hem de elini kolunu sallayarak ortalarda dolanıyordu. Dayağını ben yiyordum. İçimde intikam ateşi harlandı. O kızı bulmalı ve onu tavlamalıydım. Zaten dayağı peşinen yemiştim. Kaybedecek bir şeyim kalmamış gibi geldi bana...

Ama kızın kim olduğunu asla öğrenemedim. 

İşte ben ilk dayağımı, hiç tanışmadığım için, tavlayamadığım; bir kız yüzünden yedim...

Murat IŞIK

16 Mart 2013 Cumartesi

Yas

Bir cinnet anımda,
Çıkartıp silahımı;
Guguklu saatin kuşunu vurdum...

Geberdi piç!

Zaman;
Yas tutuyor şimdi ölümün başucunda.

Tanrı;
Terk ettiği evlatları arasına bir çizik daha atıyor.
Bir zebani;
Ateşi harlıyor...
Babam;
Affedilmem için dua ediyor.


Benimse sikimde değil;
Oturmuş,
İçiyorum...

Murat IŞIK











15 Mart 2013 Cuma

Ben 5. Bölüm

Şehre döndük.

İstanbul' da bir heyecan, bir telaşedir almış başını gidiyordu. Bir sürü kadın ve yanlarında bavullar misali, çekiştirerek taşıdıkları çocuklar.

Tüm şehir alışverişteydi sanki. Mağazalar aynı savaş dönemlerindeki gibi talan ediliyordu.

Şaşkın ifadeleri ile akranlarım, 2x2 kabinlerde mankenlik yapmaya zorlanıyorlardı. Mutsuzdular. Şaşkındılar. Ve korkuyorlardı. Annelerinin içine "omen" kaçmıştı sanki. Kadınlar, çocuklarını bir sağa bir sola çevirip, giydiklerinin üzerlerine olup olmadığından emin olmaya çalışıyordu.

Annem de bu akıma kendini kaptırmış gibi görünüyordu. Bir köşeden çıkıyor elinde bir pantolonla, bana doğru fırlatıp; "dene bakalım" diyor, tepkimi beklemeden başka bir parça kapma telaşında, kalabalığın arasında yitip gidiyordu.

Böylece bir gri pantolon, bir siyah önlük, bir beyaz yakalık ve bir çift ayakkabı sahibi oldum.

En çok ayakkabı almak mutlu ederdi beni. Kadınca yönlerimden biri miydi; yoksa her yeni ayakkabı yapılacak bir yolculuk gibi mi gelirdi bana anımsayamıyorum şimdi.

Nihayet eve döndük. Döner dönmez de başka bir telaş başladı.

Eskiden kıyafet alındığında önce yıkanırdı. Ardından paça boyları alınır ve teğellenirdi. Sonra annem bir sandalyenin üzerine koyardı onları. Ama katlı halde değil. Sanki içinde havadan bir adam varmış ta, giydirmişçesine.

Yerde ayakkabılar, içlerinde rulo halinde çoraplarım. Pantolon sandalyede oturuyor şekilde ve paçaları ayakkabılara doğru salınmış. Sandalyenin sırt kısmında siyah önlük. Beyaz yakalık önlüğe monte edilmiş.

Hani zıplayıp yukarıdan şöyle bir süzülsem, içine girecekmişim gibi düzgün dururdu her şey. Herkesin annesi böyle titiz miydi?

Sabah her zaman ki gibi erken kalktım. Elbiselerin başında annemi bekledim. Telaşla uyandı. Öyle uyanırdı hep. İçinde her yere geç kaldığına dair bir endişe taşırdı.  "Geliyorum" diyip kayboldu ortadan. Sonra giyinmiş bir halde geldi. Çok güzel görünüyordu.

İtinayla giydirdi beni de.

Dünkü alışveriş deliliği halinden eser yoktu. Kibardı. Evden çıkmadan bir iki telefon açtı. Kuzenlerimin anneleri ile konuştu. Dört kuzen aynı okula gidecektik. Nerede bulaşacağımız organize edildi. Cep telefonları daha icad edilmemişti. Birine ulaşmak için, onu evinden çıkmadan yakalamanız gerekiyordu. 

Akatlar da bir okula yazdırılmıştım. Kura ile giriliyormuş. Şanslıymışım ki adım çıkmış kurada. Ben hep şanslıyımdır zaten. Boşuna heyecan yapmışlardı...

Kuzenlerim de benim kadar şanslıydı. Biri benden daha şanslıydı. İlk sıralarda çıkmıştı adı. Diğeri son sıralardan. Sonuncusu ise ek listeden girmişti ama ne fark ederdi ki. Aynı okulda okuyacaktık işe.

Okula gelmeden önceki sokağın başında buluştuk. Beraberce okula hareket ettik. Ortalık mahşer yeriydi. Kocaman kocaman insanlar aynı benim kıyafetimden giymişlerdi.
Bunlarda mı okula gelecekti benle?
Benim boyum mu biraz kısaydı?
Kuzenlerime baktım normal görünüyordum. Acaba; ailece mi bir sorun vardı bizde?

Sonra; o uzun boyluların arasından geçtik. Dağların arasından geçer gibi ve bir vadiye ulaştık. Şimdi tamamdı. Bir sürü pigme vardı ortalıkta bizim gibi. Ailemizin şanı kurtulmuştu! Mutluydum...

Marşlar okundu. Bir takım adamlar konuşmalar yaptı. Alkış, kıyamet, bağırış, çağırış! Sonra bir anda uzunların hepsi gittiler. Bizler kaldık ortada.  Adamın biri isimlerimizi okumaya başladı. Sonra bize bir numara verdiler. Ellerimizdeki numaralara göre sınıflara ayrıldık.  Sadece bir kuzenimle aynı sınıfa düştük. Diğerleri başka sınıflardaydılar. Bir düzen halinde kapılardan geçtik ve sınıflara yerleştik.

Anneler de, çocuklarıyla beraber sınıflara giriyorlardı. Bizimkiler girmedi. Kapıda beklediler. Biz kuzenle el ele girdik sınıfa. Bir sıraya oturttular bizi.

Anneler çıkamıyordu sınıftan bir türlü. Çocuklar ağlıyordu. Biz şaşkın şaşkın bakıyorduk. Sonra biri geldi ve annelerin sınıftan çıkması gerektiğini çünkü öğretmenlerin sınıflara gelmeye başladığını söyledi. Söylemesiyle de ağlama sesleri tavan yaptı. Annesinin eteğine yapışanlar mı aramassın, saçını çekenler mi?

Aptalların arasına düşmüş olmalıydım.

Kuzenim bir kız olmasına rağmen; durumu, metanetle göğüslemiş görünüyordu. Elimi biraz fazlaca sıkıyordu ama olsun. Zırlamıyordu en azından...

Tüm anneler sınıftan çıktıktan sonra, kapı üzerimize kapatıldı. Kapının küçük bir camı vardı. Bu camdan, bir film şeridi ahengi ile saniyede 24 kare hızda, anneciklerin silüetleri geçiyordu.

Bizimkiler hiç görünmedi...

Kapı, sağ duvarın tam önündeydi. Biz en solda cam kenarında oturuyorduk. Kapı açıldı. Açılmasıyla birlikte en sağ sıra ağlamaya başladı. Sonra bir yan sıra. 

İçeri bir şey girdi. Uzun boylu bir şey. Korkunç bir görüntüsü vardı. Kocaman elleri, kocaman dudakları, kocaman gözleri. O ana kadar metanetli olan kuzenim bile kendini koy vermiş ağlamaya başlamıştı. Ellerimle; kuzenimin başını başını göğsüme yaslayıp saçını okşadım. Hıçkırıklarla ağlıyordu. Sakinleşmiyordu bir türlü. Döndüm. Yeniden ona baktım. Ellerini açmış bize gülümsüyordu.

"Ne oldu yavrucaklarım" dediğini duydum...

Daha sonradan öğrenecektik onun öğretmenimiz olduğunu.
Kemik büyümesinden dolayı öyle göründüğünü.
İçinde dünyanın en güzel kalbinin olduğunu.
Adının Kamile Saygılı olduğunu...

Ve her gün; bir eski öğrencisi elini öpmeye geldiğinde öğrenecektik, ondan asla kopulamayacağını...

Murat IŞIK

14 Mart 2013 Perşembe

Eski

bir grup çocuk
sokağa çıkmış
özgürlük naraları atıyordu

yaratıcı değillerdi
eskiydiler
imitasyondular

devrim
evrim istiyordu sanki

70' lerin yeşil parkaları
ve
prozodi hatası ile bezeli
sloganlarıyla
haykırdılar

uçurumdan atlayan
koyunlara benziyorlardı

fikirleri çalıntıydı
ve
farkındalıktan yoksundular...

Murat IŞIK








13 Mart 2013 Çarşamba

Ben 4. Bölüm


Annemin okuldaki etkisi sert olmuştu. Öğretmenler benden korkuyorlardı. Aslında annemden. Çocuklar bunu bilmiyorlardı tabii. Onlara göre ben; öğretmenlerin, ders saatlerinde bile oyun oynamasına izin verdiği, şanslı bir piçtim. 

İşin aslı; ders saatlerinde sınıfa girmem yasaklanmıştı.

Yalnız başıma oynayıp durdum bir süre. Kendi kendimi eğlendirmeyi o arada öğrendim sanırım. Bir de kitaplar okuyup hayal kurmayı. Bulduğum her şeyi okumaya başladım. Sınıftaki çocuklardan çok daha hızlı adapte olmuştum bu okuma işine. Zevkliydi kitaplar. Akşamları izlememe sadece 15 dakika izin verilen televizyondan bile zevkli...


Yeşille ayrı düşmüştük. Bir tek o sıkıyordu canımı. Oyun odası ile sınıfı bir cam ayırıyordu birbirinden. Ben de camların ardından izliyordum onu. Nefesim cama buğu yapıyordu. Buğulu hali bile ne hoştu...

Sayıları öğretirken öğretmen; ben, oyun odasının camından izledim. Sevmiştim sayıları. Uzayıp duran bir sakız gibi yan yana diziliyorlardı. Bir yandan sayıları bir yandan yeşili izliyordum. Bazen gözlerimi şaşı yapıyor ve birden fazla görüyordum toprak kadınımı. Sayılar gibi oluyor du, toplanabiliyordu.

Ders olmadığı tüm zamanlarda, yanıma gelirdi. Konuşmazdı. Bazen elimi tutardı. Bazen, oynadığı bir oyuncağı uzatır kenara koymamı isterdi. Çabuk sıkılıyor gibiydi her şeyden. 

Çevresindeki her şeyi dikkatlice incelerdi. Bazen kulağıma eğilir ve kısık sesle "gördün mü!" derdi. Neden bahsettiğini anlamazdım çok kez. "Hayır" derdim her seferinde. Neyi gördüğünden emin değildim çünkü. Çok şeyden bahsediyor olabilirdi. Ona yalan söyleyemezdim...

Fena havalı buluyordum onu. Özellikle bir şeyle okurken başını dizime koymasınından hoşlanıyordum. Bazen saçını seviyordum. Kimi zaman izin veriyordu; bazen de "kitabını oku!" diye tersliyordu beni. Her hali hoştu. 

Okulun son haftasında hiç ders yapılmadı. Sadece resimler çizildi ve oyunlar oynandı. Çizmekten nefret ederim ben. Şimdi bile, üç boyutlu yazı yaz deseniz yazarım, ama çöp adam çiz deseniz dururum öyle. Çizmedim. Onun çizmesini izledim. Çok güzel elleri vardı. Beni de çizdi bir keresinde. Sadece mavi kalemle. Sebebini söylemedi. O zaman sormak aklıma gelmemişti benimde.

Okulun son günü annesi geldi. Benimki daha yoktu ortada. Kapıdan çıktı. Hiç arkasına bakmadan gitti. Sanki yarın gelecekmişiz gibi. Ben ona el salladım. Gördüğünü sanmam. Bir daha karşılaşmadık...

Yaz tatilinde; onu unutmam için bir çok fırsatım oldu. Ben yaz çocuğuyum. Mevsim benimdir. Hemen unuttum.

Kumsal, deniz, ahhh o güzelim su...

İçinde olmak yetmiyordu bana. Balık olmalıydım. Birkaç kez denediğimde fena su yuttum. Arkasından dünyanın lafını yedim ananemden. Bende "İnsan" kalmaya karar verdim!

O yaz, iki kadınla yakınlaşmam olmuştur kumdan kaleler yaparken. Ama yazın olayı "dansa davet" oyununda hiç reddedilmemiş olmaktır. Tam bir zaferdir bu!

Erkekler ve kızlar dizilirler karşı karşıya. Erkeler (nedense?) kızları dansa davet ederler. O dönemde aşka davettir bir nevi... Biz kız seninle dans etti mi mimlenir. Senin olur. Kimse ilişmez ona. Bu sebeple önemlidir.

Oyun basittir. En güzel kızı kestirirsin gözüne. Bu görecelidir tabii. Sonra sıranı beklersin. Fakat sonlardaysan işin zordur. Kızdan bakışlarını bir an bile ayırmaman gerekir. Konsantrasyonunu kaybeder de, mazallah başka biriyle dans ederse yandın! 

Ben gözlerimi kocaman açar birde çapkın bakış oturturdum yüzüme. Bayılırlardı. Bir keresinde en son sıradayken, en güzel kızı almak şerefi bana düştü. Hoş topu tüfeği dört erkektik ama iddalı tiplerdi. Birazda hile yaptım itiraf edeyim. Oyunun oynanacağını duyduğumda; kızın yanına gidip; onunla dondurmamı paylaştım kimseye çaktırmadan...

Benim diğer arkadaşlarımın aksine şansım, Datça' ya dedemlerle gitmekti. Yazın başından sonuna oradaydım. Bir nevi yerlisi sayılırdım. Haliyle, sürekli kalmayanlara göre; haksız bir rekabetin avantajlı tarafıydım. Bir kere; hepsinden daha güzel yanardım. Hangi saatte, hangi noktadan denize girmenin daha güzel olduğunu da hepsinden iyi bilirdim. Bir de bisikletim vardı tabii...

Zamanımızın arabasından farksızdı o bisiklet.  Öyle "cool" BMX çocuklarından değildim ama...

Kız bisikletiydi benimkisi. Önü sepetli, arkasında ikinci kişi otursun diye bir sele olanlardan.
Dedem almıştı öylesine.

Bu kadar avantajlı olacağını bilmeden, üzülmüştüm ilk gördüğümde. Herkes dalga geçecekti benimle. BMX leriyle oradan oraya zıplayan havalı çocuklar, çevremi saracak, bir yandan kızılderililer gibi dönerken bir yandan da laf atacaklardı bana. Yaptılar da!

Ama o günün akşamında lehime döndü her şey...

F mahallesindeki kızlar eve gitmeliydiler. Yürümek için uzun ve yorucu bir yoldu. Bilin bakalım kim götürdü onları evlerine?

Çatladı tüm yöre BMX çileri. Aslan dedem anlıyordu bu işlerden... Sonrasında bisikletini alabilir miyim ile başlayan sağlam dostluklarım oldu BMX çilerle.

Yerli olmanın bir diğer avantajı da; kızların ve erkeklerin sürekli değişmesiydi. Birden fazla kadınla "dansa davet".

Evet! Yaptım!
Küçüklükten başladım aldatmaya!

Bir kızı yolcu edersin. Mimlisindir. Sonra popülasyon değişir bir anda. Hooop özgür olursun.

Yaşasın emeklilik, yaşasın dedemle ananem. Ve yaşasın diğerlerinin çalışan aileleri...
Kedi gibiydim işte. Hep dört ayak üstüne düşüyordum.

Yaz mevsimi güzeldir. Çabuk biter ama... Bitiverdi. Bizde; ilkokula yazılmak için döndük.

Murat IŞIK 

12 Mart 2013 Salı

Ben 3. Bölüm

İnsan hayatının bir dönüm noktasıydı; okulu sevmek ve sevmemek arasındaki ince çizgi.
Nice kuzenlerim bu sırat köprüsünde yitirdiler on yıllarını. Bir soytarı gibi ipin üzerinde kalmaya çalışarak...

Ben öyle olmadım. Kendimi seviyor tarafına bırakıverdim.

Ana okuluna başlarken bu işin benim için olduğunu biliyordum. Bir kere her gün erken kalkıyordum zaten. Bu konuda bir sorunum olmadı. Eğleniyordum çocuklarla. Kızlar da işin bonusuydu. Bunlar annemin de bildiği şeylerdi.

Bilmediği ise okumayı öğrendiğimdi!

Nasıl oldu hatırlamıyorum. Ama bir anda her şeyi okumaya başlamıştım. Annem bunu ancak; beni bir gün evde, gazete elimde, koltukta otururken gördüğünde idrak etti. Dalga geçerek "ne haberler var bakalım?" dedi. Bende okudum. Ben okudukça, o irkildi. İnanmazlık vardı yüzünde. Geldi baktı. Her şey doğruydu.

"Giyin" dedi. Giyindim.

Evden çıkıp okula kadar yürüdük. Öfkeli gibiydi. Yolda arada bir tabelalarda ne yazdığı sordu. Söyledim. Önce gülümsüyor, sonra daha bir hiddetleniyordu. Hiddeti arttıkça yürüyüş tempomuzda artıyordu. Bir süre sonra oku dediği tabelaları okuyamamaya başladım. O kadar hızlanmıştık. Neden sinirlendiğini anlayamamıştım henüz.

Okulun kapısından içeri girdik. Annem elimi bıraktı. Doğruca öğretmenin odasına yöneldi. Kapıyı çalmadan girdi.

"Okumayı öğretmişsiniz" dedi. Kızgındı ifadesi. Kadın şaşkındı. "Evet" diye yarım yamalak bir ses çıktı ağzından korkarak. "Benim sizden böyle bir talebim olmamıştı. Aksine sadece oyun oynasın eğlensin diye belirtmiştim!" dedi annem.

Garip dönemlerdi. Hırslıydı kadınlar. Herkes çocuğu en bilgili olsun istiyordu. Okumayı bilsin. Hatta 5 dilde! Yazsın da üstelik! Annem bunu yanlış buluyordu demek ki ama sebebini anlayamamıştım.

"İlk okula başladığında yeniden okumayı öğretecekler biliyorsunuz değil mi?" diye sordu kadına. Kadın yutkunmakta zorluk çekiyordu. Ağzı kurumuştu. "Değil mi?" diye yineledi annem soruyu. "Evet" diye bir fısıltı çıktı kadının ağzından. 

"O halde; diğerleri öğrenene kadar sıkılacağını ve belki her şeyi bildiğini zannedip okula gitmek istemeyebileceğinin de farkındasınız!" Kadın duraksadı. Annem haklıydı. Okul bana eğer bir yenilik katamayacak ise orada bulunmanın ne anlamı vardı ki?

"Sakın başka bir şey öğretmeyin! Ben sadece eğlensin istiyorum... Uzun yıllar okuyacak zaten" dedi ve zavallı kadının cevabını bile beklemeden, arkasını dönüp kapıdan çıktı. Hoş; kadının söyleyecek bir şeyi var mıydı bilemiyorum. Ama arkama dönüp baktığımda bana gülümseyemeyecek kadar şaşkın bir ifade yerleşmişti yüzüne; sadece onu hatırlıyorum.

Murat IŞIK

11 Mart 2013 Pazartesi

Gelme

Şimdi gelsen;
Seni tanımak için;
"Kimsin"
diyeceğim.
Kırılacaksın!
Sonra tanıyacağım seni aniden.
Üzüleceğim kırdığıma...

İyisi mi;
Gelme.

Murat IŞIK

10 Mart 2013 Pazar

Ben 2. Bölüm

Anaokulunun kapısından içeri giriyoruz. İçerisi büyülü sanki. Her yerde oyuncaklar, resimler falan var. Bir sürüde çocuk...

Çocuklar, annelerinin kollarına sıkıca sarılmış; kafalarını dayamış, mal gibi etrafa bakınıyorlar. Şaşkınlar. Biraz da korkmuş gibiler. Ne beklediklerini anlayamıyorum. Neden korktuklarını da! Her yer oyuncaklarla dolu. Gidip oynasalar ya...

Ben bırakıp annemin elini, büyülü odanın kapısından içeriye bakıyorum. Sonra dönüp çocuklara bakıyorum. Anlam veremiyorum. Bir bokluk olmalı ama ne? Bir kadın gelip, "Merhaba" diyor bana. Saçımı okşuyor. Bayılırım saçımın okşanmasına. Hemen gülümsüyorum. Dört numaralı bakışı fırlatıyorum kadına. Kocaman açıyorum karşı konulmazlığı evvelce test edilip onaylanmış mavi gözlerimi. 

Dayanamayıp öpüyor beni. "Ne sevimli şeysin sen!" diyip makas alıyor birde. Sevilmeye bayılıyorum. Kedi gibi gırlamak istiyorum ve tabii, kendimi onun şefkatli kollarına bırakıyorum.

Beni içeri davet ediyor. Anneme bir bakış atıyorum. Onaya ihtiyacım olduğu zamanlar işte! Bir de güzel gülümsüyorum. Bir numaralı bakış. "Ne oluuuur!" babında... Annem bana değil kadına gülümsüyor. Bir şekilde onaylandığımı anlıyorum.

Diğer çocuklar bana dikiyor gözlerini. Sonra anneme. Sonra kendi annelerine. En son da; kelepçeli gibi sıkıca tutulmuş ellerine. Onlar esirler, bense özgürüm...

Üstelik annem onlarınkilerden genç ve güzel.
Üstelik, bir kadın tarafından; içi oyuncaklarla dolu bir odaya davet edilmişim. Çatlıyorlar hasetlerinden. Beter olsunlar!

Odada gezinmeye başlıyorum. Hiçbir şeye dokunmadan. Bazen cisimlere yaklaşıyorum. Ne bileyim tam elime alacakmış gibi yapıyorum bir şeyi ama son anda elimi çekiyorum. Bazen de yere doğru eğiliveriyorum sebepsiz. Şapşalların hepsi parmak uçlarına kalkıp, eğildiğim yere doğru bakmaya çalışıyorlar; ne bulduğum anlamak için. Bir bok yok tabii! Anın keyfini çıkartıyorum sadece...

Derken bir kadın, kızını odanın kapısına getiriyor. "Burada bekleyebilir mi?" diye soruyor beni içeri alan bayana. "Tabiki ki!" diyor kadın. Onu da içeri davet ediyor.

Ürkekçe içeri girişini izliyorum.

Kızıllı sarılı saçları; omuzlarından aşağı dökülüyor. Lüle lüle. Öyle kıvırcıklar ki; sanki ucundan tutup çeksem; diz kapaklarına kadar gelecek.

Birden eliyle saçlarını geri atıyor. Gözlerini görüyorum. Yemyeşil gözler. Kocaman. Aslında korkarım yeşil gözlerden ama o an hissettiğim kesinlikle korku değil. Evvelce yaşamadığım başka bir heyecan.

Becerip de gözlerimi ayırabilince gözlerinden; yüzünü görüyorum. Yüzünde, bir sürü benek var. Farklı renklerde... Sonradan onlara çil denildiğini öğreniyorum.

İtinayla çizilmiş hatları, rengarenk dokusuyla; topraktan bir heykel gibi. Hareket edebiliyor ama...

Yanıma geliyor. Bana bakıyor. Konuşmuyor. Konuşması gerekmiyor zaten!

Sonra, gözleriyle odayı süzüyor. Dışarıdaki çocuklar ağzı açık bize bakıyorlar. Bir tanesinin dudağının kenarından salyası akıyor. Annesi haşin bir hareketle siliyor. Aptallaşıyor oğlan.

O; hepsinin yüzüne tek tek bakıp bana dönüyor. Sağ yanıma geçiyor ve elimi tutuyor. Çok normalmiş gibi yapıyor bunu. Hiç gülümsemiyor örneğin.

Yumuşacık elleri. Anneminkinden bile! Saçımı okşamasını isteyeceğim türden. Pamuk gibi işte... Bir de güzel kokuyor. Sahil gibi. Dalgalar gibi saçları var ya; mantıklı geliyor bana deniz kokması.

Neden sonra annem geliyor aklıma. Onu arıyor gözlerim. Çok geçmeden bir hengamenin ortasında rastlaşıyor bakışlarımız. Şöylece bir gülümseyip, hararetle geri dönüyor biriyle konuşmaya. Benimle uğraşamayacak kadar meşgul. Onun annesi de aynı şekilde. Sadece sınıfın kapısındaki kadın bakıp bize; gülümsüyor ve el sallıyor. Ona el sallayarak cevap veriyorum. Heykel oralı bile olmuyor.  

Kayıt bitene kadar bekliyoruz el ele. Tüm çocuklar çaktırmadan göz ucuyla kesiyorlar bizi. Biz öylece duruyoruz. Öylece durmayı seviyorum o gün. Konuşmadan. 


Bir gün; yumurta pişmeyen sıcak bir iklimde; bu kadınla denize karşı durup susmayı diliyorum.


Henüz okula başlamış bile değilim. Ama eminim bir şeyden! Okul denen yeri şimdiden seviyorum...

Murat IŞIK 

9 Mart 2013 Cumartesi

Ben 1. Bölüm



6 yaşındayım. Datça' dan dönüyoruz. Yol boyu söyleniyorum. Ağlıyorum falan. Nafile. Sevmiyorum Datça' dan dönmeyi. Kış geliyor ülkeye. Şehre kış geliyor döndüğümüzde. Herkes bizden bilecek diye iyice sıkılıyorum! Kıştan nefret ediyorum. Lahana gibi giyinmekten. En çok ta denize girememekten. Siktiğimin mevsimi yok olsun istiyorum. Büyüyünce; hep yaz olan bir yerde yaşamaya karar veriyorum...

Verdiğim kararları uygulayacak yaşta değilim hala.

Kimse sallamıyor gözyaşlarımı. Dönüyoruz.

Annemde bir heyecan var. Hissediyorum gelir gelmez eve. Sabah her zamanki gibi dikiliyorum erkenden. Annem çoktan uyanmış. Kahvaltı hazır. Pek alışık değilim insanların benden önce kalkmalarına. Yumurta var kahvaltıda. Kokusunu koridorda alıyorum. Öğürüyorum. Nefret ediyorum yumurtadan! Ve geriye kalan tüm yemeklerden. Yemek yemek bir zulüm gibi geliyor bana. Zorla yediriyorlar tabii. Ağzıma tıkılıyor kaşıklar. Ellerinde güç var nede olsa. Ufacığım.


Büyümek istiyorum. Büyümek ve yumurtanın pişmediği sıcak bir iklime göçmek!
Zar zorda olsa yiyorum.

Annemle evden çıkıyoruz sonrasında. Mutluyum. Yemek faslından uzaklaştıkça her şey güzelleşiyor. Neler yapacağız o gün diye düşünüp duruyorum? Bebeğe gidiyoruz. Yürüyerek hemde! Oh parkta biraz koşturmak fena olmaz diye düşünürken parkı geçiyoruz. Yemeği sevmem ama çikolataya bayılırım. Divan' a mı gidiyoruz acaba? Şöyle deniz kenarında oturup, maviliğine, tatlanmış ellerimle bir kahverengilik mi çalacağım? Hayır. Orayı da geçiyoruz. Nereye gidiyoruz be kadın?


Sülalemizin yarısı Arnavutköy Bebek hattında oturuyor. Her halde onlardan birine gidiyoruz diyorum içimden. Ama hangisine? Sonra düşünmekten vazgeçiyorum. Her evde bir kuzenim var ben yaşlarda. Eğlenirim nasıl olsa!

İlk kuzenin evini geçiyoruz. İyi de oluyor! Onların yokuşu fazlaca dik.

Minik dondurmacı bu saatte kapalıdır diyorum. "Keşke açık olsaydı" diye geçiremeden içimden, onun da önünden geçiyoruz. O kadar küçük yani dükkan.


Her halde büyük teyzemlere gidiyoruz diye düşünüyorum. Teyzem dediysem hepsi annanemin kardeşleri...


Bir laz eğlencesi, teyzemler. Onlara gidiyorsak, mutlaka herkes oradadır. Tüm kuzenler ve tabii tüm kadınlarım. Hepsi bir ağızdan konuşurlar ama hepsi; konuşulan her şeyi anlar.


Biz çocuklar ilgilenmeyiz. Orada durmayız da pek. Maazallah birimizi yakalasalar mıncık mıncık sevip sıkıştırırlar. Orta malı oluruz! Kızarmış yanaklarla kuzenlerin yanına döndük mü de; tam bir maskaralığa döner sonumuz.

"Yakalandın mı lan cadılara." Sonra gülüşmeler, kahkahalar. Abartıp kendini yere atmalar falan.


Bu sebeple mutfağa gitmek, bir ninja çevikliği ister. Bir gözcü, bir "problem" ve birde ajan gerekir.

Ajan hızlı, çevik ve kaygan olmalıdır! Evet kaygan... Yerler mermerdir çünkü. Doğru hızda yeteri kadar kaymayı ve tabi ki durmayı bilmelidir bu ajan. Hızı tutturamazsan bir bakmışsın salondaki kadınlarının tam ortasında parkede açık bir hedefsin. "Vay haylaz" diye kaptılar mı bittiğin andır.

Ajanlık en önemlisidir. Bu iş için dizayn edilmiş özel bir eşofman altımız bile vardır. Eller tek fren mekanizmasıdır. Bu sebeple yıkanmalıdır. Yere koyduğunda ciyaklamalı ama bu ses aşırıya kaçmamalıdır.


Gözcü; koridorun başından mutfağı izler. Problem için ise yaygaracı bir kuzen; annesine tuvaletinin geldiğini haykırır. Bu iyidir. İçlerinden birinin içeri gelmesi  diğerlerini rahatlatır ve bizim için endişelenmeksizin sohbete devam ederler. Nasılsa yanımızda bir gardiyan vardır.


Gardiyan tuvalete girer girmez koşmaya başlar ajan. Sonra kıç üstü atlar yere. Kayar. Frenleri kullanır. Ve tam kapıda durur. Bir taklayla dalar mutfak masasının altına. Hiç çıkmadan dolaba kadar yaklaşır. Ortalık sakinse açar dolabı ve ne varsa aşırır.


Kimi zaman bir kola. Çoğu zaman çikolatadır bu.


Bunları düşünürken teyzemlerin sokağına girioruz ama apartman kapısını geçiyoruz. Genede mutluyum. Biraz ilerde bir başka teyzem vardır. Ama bu annemin kardeşi sayılır. Aslında ikinci kuşak kuzenlerdir ama kardeş gibi hep bir arada büyümüşlerdir. Bizlerde; yani ben ve teyzemin iki çocuğu aynı annelerimiz gibi; kuzenden çok kardeş gibiyizdir. 


Onları daha sonra anlatacağım çünkü sağdan ikinci sokağa dalıyoruz. İlginçtir o sokakta tekbir tanıdığımız bile yoktur. Acaba tanışmaya mı geldik diye düşünüyorum...


Sokağın sonunda, sağda; alçak tek katlı rengarenk boyanmış, böyle bahçeli bir yapı var. Anaokulu yazıyormuş tabelalarda ama o zaman okumam yok tabii. Sonradan, okumayı sökünce anlıyorum.


Bana renkli, çiçekli böcekli, arabalı tabela sevimli görünüyor.

"Bak" diyor annem.
"Anaokulu. Okula başlayacaksın!"

"Hoppala. Dedem evde bekler anne zorlama beni. Ananem duyarsa var ya kesin keser seni. Hayatta razı olmaz benim dışarıda yemek falan yememe. Gel vazgeç. Sen de yanma beni de yakma."


Diyemiyorum tabi. Merak içindeyim de bir yandan ne vardır içeride diye.


Giriyoruz.

Murat IŞIK 


5 Mart 2013 Salı

Özlü Saçmalamalar (Son Eklemeler)

Yaşlı olmak başkadır, yaşamış olmak başka. Her yaşlı bilge değildir. Her yaşamış ta yaşlı...

Alışıldık dağınıklıklar, sıradan unutkanlıklara dönüşür...

Hayat bir bok denizi. Yüzmeyi iyi biliyorsan belki boğulmazsın; ama mutlaka su yutacaksın.


İstediğinde gidebileceğini bilmek özgürlük değildir...

Birinin sizinle ilgili bir fikri var ise mutlaka bir hükmü de vardır.

Kadınlar kıyafetleriyle yargılanır ama çıplak sevilir.

Aşk için kafa patlatmaya gerek yok. O geldiğinde aklınız yerinde olmaz.

Biri, insanlara; iyi olmak için çok fazla zaman harcarken, hayatı kaçırdıklarını hatırlatmalı. 

Her büyük aşkı üç dakikada sindiriyordum. Sıçmak bile bundan daha çok vaktimi alıyordu.

Sırf bir şişe şarap ikram etti diye çirkin bir kadınla yatmazsın. En azından şişe bitmeden...

Yalnızlık pahalı bir ihtiyaçtır. Üstelik paranın karşılığını alma garantin de yoktur. Her an çat kapı birileri dalabilir içeri...


Birine küstüğünüzde, ona bunu söylemeyecek kadar küsmüş olmalısınız. İşte buna "gitmek" derim ben.

Bir yazıyı yorumlamak, onu okumaktan daha fazla akıl gerektirmez.

Bir zaman gelecek, kalıplar; sadece buzdan üretilecekler. Böylece içindekiler; hem şekil almayı öğrenecek hem de zamanı geldiğinde şekil değiştirmeyi...

Biz yaşamı yazıyoruz. Yaşamın ağzı bozuk, kalabalık, hatta çirkef. Bir ara kibarlaşıyorsa bile, az sonra sevişme ihtimali olduğundan...

Pisleyeceğin yeri kendin seçmelisin.

Bir gün bir çocuğu evlat edinmem gerekirse; bu ancak, elindeki birasını denize karşı oturup içen, 5 yaşını geçmemiş, mavi gözlü ve esmer tenli bir sokak çocuğu olabilir. Muhtemelen, birasını elinden alıp, kafama diktikten hemen sonra; onu da evlatlıktan reddederim.

Her şeyi bırakıp gideceğim derken, yalan söyledim. Bu ülkenin rakısından da vazgeçemem lakerdasından da! Onları da alıp gideceğim...

İçkisiz balık restoranlarından haz etmememin sebebi, balık sevmememdendir. Bir de tabii içkiyi çok sevmemden.

Hesabını hızlı göreceksin bu hayatta. Her şey bir anda olup bitecek. Çişini tutmayacaksın mesela. Veya ulu orta sıçacaksın tuvaletin geldiğinde. Kim uludur, kim ortadadır düşünmek zorunda kalmadan. Gitmen gerektiği an duraksamayacaksın. Durman gerektiğinde ise; arkadan çarparlar mı diye sorgulamadan basacaksın frene.

Yeteri kadar yalnızsan, muhtemelen ölüsündür.

Kişisel gelişim kitapları, sıfır bilmem kaçlı; seks hatlarına benzer. Paranızı alır geriye sadece bir fantezi verirler.

Hayatın çekilir olması bitecek olmasındandır.

Biri bana ölmek istediğini söylediğinde, nedenini sormam. Zamanını sorarım.

Hayat kadınları; hayatını yaşadığını iddia eden kadınlardan daha samimidir.

Gün geçtikçe daha da bencilleştiği mi düşünüp duruyordum. Sonra siktir ettim! Artık onu da düşünmüyorum.

Bütün erkekler orospu ruhlu kadınları sever ama tam tersi kadınlarla evlenirler.

Bir insanın ağzı ile yapabileceği en kötü şey olmamasına rağmen küfür etmek ve içki içmek yasaktır. Biri tanrıyı fena yalamış olmalı...

Vakitsiz sevişmelerde alkol şartı aranmaz...

Geçenlerde hayvanat bahçesinde bir maymuna biramı uzattım. Aldı. Biraz şişesini inceleyip içmeden attı piç. Bu yaratığın evrimleşmesi mümkün değil! Kimse benim o zevksiz orospu çocuğundan geldiğimi iddia etmesin.

Bir rüzgar esti ve sigaramı tüketti. Her şeyimiz tanrısal ise eğer; tanrı pis bir otlakçı olmalı...

Bazen yazmak için bir hikayeye başlıyorum. Bir adam beni fena halde sinirlendiriyor. Düşünüp buluyorum o herif kim diye. Çoğu zaman ben oluyorum, bazen de benim olmak istediğim bir adam.

Dış görünüşün önemli olmadığı; ancak bir çirkinin uydurması olabilir.

Ressamlar, bir sayfa resmi çizer sonra onları anlatmaya çalışırken milyonlarca cümle kurarlar. Yazarların durumu daha fenadır. Milyonlarca sayfa yazarlar ve hala ressamlarla aynı kaderi paylaşırlar.

Bir yazarı hayranları bitirir.

Uzak; kıçının dibindedir. Hemen arkanda... 

Murat IŞIK

3 Mart 2013 Pazar

Yarım

"Ne kadar yarımsak o kadar aşığızdır!" dedi kadın. "Bir haftadır görüşmedik ve sen; tas tamam karşımdasın işte. Artık yalan söyleyip durma, bana aşık değilsin!"

Yarım olmaktan neyi kastettiğine dair en ufak bir fikrim yoktu. Ben bazen var olan bazen yok olan bir adamdım. Aklım gidip geliyordu. Acılarım vardı kendime münhasır ama kimseyle ilintili olmayan. Ne olursa olsun eksiklik hissetmezdim. Kendime yetiyordum. Kendimle çözüyordum her şeyi.

"Kendine yeten bir adam nasıl yarım kalabilir?" diye sordum.

"Kendine yeten bir adam nasıl aşık olabilir?" diye soruyla cevapladı beni...

Bir süre sustuk. Şarabımızı içip düşündük.

"Şimdi kalkıp gidersen beni özler misin?" diye sordu.
Aşkın bütün bunlarla ilgisi olmadığını biliyordum. Sorgulanmak hoşuma gitmemişti.
"Emin değilim!" diye cevapladım. "Özlemek pek hissettiğim bir şey değil. Denememi ister misin?"
Şaşkınlıkla baktı yüzüme. Buna hazır olduğumu görünce ürktü. "Hayır" dedi.
"Ama ben gene de gideceğim! Yarım falanda kalmayacağım. Sana aşık olduğuma dair de içimde bir şüphe olmayacak!"

Kalkıp gittim.

İnsan yalnızken daha rahat düşünüp çözüyor her şeyi. İçindeyken; yaşadıkları sıradan geliyor. Mutlu olmak, tutkulu olmak, sevişmek, yemek pişirip, sofra kurup, sonra her konudan sohpet ederken zamanın geçişini idrak edememek. Hatta kavga etmek... Yetmiyor gibi geliyor bunlar. Toplumsal olgulara göre acı çekmek de lazım. Özlemek, bağımlı olmak. Onsuz nefes alamıyor olmak gibi saçma beklentiler.
Ben öyle değilim. Yaşadığım anlara saygım var. Haz alırım hepsinden. Pişmanlık duymayacak gibi yaşamak amacımdır. Başarılıyımdır üstelik bu konuda. O seferde de başardım.

Gitmekten keyif aldım...

Bir zaman sonra; bir mektup buldum kapımın önünde. Uzunca bir şey. Çoğu bölümü öylece okudum. Sonunda bir cümle çekti dikkatimi. "Seninle geçirdiğim zamanları seviyormuşum. Beni özlememeni bile"

Bu beni mutlu etti.

Murat IŞIK






1 Mart 2013 Cuma

Porselen Bebek 1

Kocaman bir lokma attı ağzına. Sığmadı tabii. Dudağının sol kenarından bir çizgi halinde sos aktı. Güldü. İşaret parmağıyla sosu alıp tekrar içeri tıktı ve parmağını emdi. Ağzını şapırdatarak yemeğine devam etti.
"Bu filmde oynamak istiyorum" diye başladı söze. Kocaman bir lokma çiğnerken konuşması tiksinç geldi. Bir şey söylemedim ama.
Heyecanlı heyecanlı anlatıyordu. Ona bakmadan; dinliyor gibi gözükmenin bir yolunu aradım. Başarılı olamadım tabii.
"Yüzüm bak. Bir şey anlatıyoruz şurada!" diye uyardı beni. Israrlıydı. Yaptım mecburen. Zavallı bir surat ifadem olmalı diye düşündüm o an. Kendimi toparladım hemen. Yüzüme sahte bir gülümseme yerleştirdim ve ilgili gözüktüm. Aklıma başka şeyler getirmeye çalıştım. Çıplak olduğunu hayal ettim önce. Daha da iğrençleşti her şey. Hemen vazgeçtim.
Bazen, kalabalıklar arasındayken, dalar giderdim öylece. Sanki Tanrı, sıkıldığımı hisseder ve beni kapatırdı bir süreliğine. Nerede olduğumu hatırlamazdım ama bundan şikayetçi de olmazdım. Bir kez daha yardımım gelmişti işte. Yok oldum...
Kendime geldiğimde hala konuşuyordu. Yemeği bitirmişti ama.
Güzel bir kadındı ve aptaldı. Bu onu cinsel olarak daha karşı konulmaz yapıyordu. Oyunculuğa olan tutkusu; bu salaklığıyla birleştiğinde; onu ucuz bir fahişe olmaktan daha yüksek bir noktaya taşıyamazdı.
Ağlamak ve gülmek konusunda doğuştan bir kabızlığı vardı. Karakter rollerinde oynayamazdı kesinlikle...
Liseli bir sürtüğü oynayabilirdi. Evet! Bunun için rol yapması bile gerekmezdi üstelik...
Gülümsedim bu aklıma gelince. Üstüne alındı. Gelip öptü beni. Sevimli bulmuştu sanırım şaşkın halimi. Aklımı okuyamadığı için şükrettim.
Güzellik, her şeyi kurtarırdı bir süreliğine. Ama yazık ki hayattan daha çabuk tükeniyordu. Bu kadının da az bir vakti vardı. Benimle harcamamalıydı aslında...

"Ne dersin? Sence rolü alabilir miyim?" diye sordu.
"Hiç şüphem yok!" dedim.
Kahkahayı bastı. Seksi bir şekilde yapıştı dudaklarıma ve üstünü çıkardı.

Murat IŞIK

Olur Bazen (Bebek Parkı Anıları)

oturup ağlıyorum sebepsiz
dedi sokak adamı
olur bazen
dedim

körelmiş bıçağıyla yeşil bir elmayı
incecik
ve
halkalar halinde soyuyordu
ben şaraba uzandım
şişeyi aldım
mantar yerine kapağı vardı
ucuz bir şaraptı işte
ve ucuz şarapları severdik ikimizde

dilimlemeyi bitirmesini bekledim
sonra tabağa dizmesini
itinayla dizdi...

salatanın üzerine zeytinyağı döken bir şef edasıyla
nazikçe gezdirdim şarabı
elmaların üzerinde
sonra
bir tutam Türk kahvesi alıp
hafifçe serptim

o sırada ağlamaya başladı gene

İşte böyle oluyor
dedi
olur bazen
dedim

Murat IŞIK